23 Ocak 2015 Cuma

WITTGENSTEIN'IN DİL ANLAYIŞI


Dil konusu her zaman felsefecilerin ilgisini çekmiştir. Felsefeciler dili gerçeğe ulaşmaktaki bir araç olarak görmüşlerdir. Hatta bazı felsefeciler dilin tamamıyla anlaşılmasının felsefi sorunları da sonlandıracağına inanmışlardır. Felsefi bağlamda dile yaklaşım genelde anlam üzerine yoğunlaşmıştır. İnsanlar hiçbir çaba harcamadan konuşur ve konuştukları zaman bunu bir anlam çerçevesinde gerçekleştirirler. Dile bu yönden bakan felsefi yaklaşımda bu anlamı neyin sağladığı incelenmeye çalışılmıştır.

Wittgenstein'ın dil üzerine düşünceleri de anlam üzerinde yoğunlaşmıştır. Sözcükler üzerinde yoğunlaşan Wittgenstein, sözcüğü anlamlı kılan nedir sorusunu aramıştır. Genel olarak anlam üzerinde yoğunlaşan Wittgenstein aslında dil ile ilgili diğer sorunlara da değinmiş ve bunlar üzerine düşüncelerini belirtmiştir. Wittgenstein dendiği zaman akla 'iki dönem' gelmektedir. Çünkü hayatında iki dönem vardır. Bu iki dönem fikirlerinin birbirleriyle zıt olduğu 'iki dönem' demektir. Dil açısından bakıldığında bu dönemleri en iyi yansıtan eserler Tractatus ve Philosophical Investigations (Felsefi Soruşturmalar)'dır. Tractatus ilk dönemini, Felsefi Soruşturmalar ise ikinci dönemini kapsamaktadır. Felsefi Soruşturmalar adlı eserinde Tractatus'te ortaya koyduğu dil anlayışından çok farklı bir görüntü çizmektedir. Dil anlayışı tamamıyla değişmiştir.

1889 tarihinde Viyana'da dünyaya gelen Wittgenstein Berlin'de iki sene makine mühendisliği eğitimi almıştır. Birinci Dünya Savaşı'nda Avusturya ordusuna yazılan Wittgenstein savaş sırasında esir düşmüştür. Savaş sırasında da felsefi ve mantık gözlemleri yapmıştır ve Tractatus adlı eserini 1918 senesinde kaleme almıştır. 1919'da normal hayatına dönmüş ve felsefi ve mantık çalışmalarına daha çok ağırlık vermiştir. 1929'da Cambridge Trinity College'da öğretim üyesi olmuştur. 1939 yılında ise Cambridge Üniversitesi'nin felsefe kürsüsüne atandı. Hayatı boyunca savaşlardan etkilenen filozof İkinci Dünya Savaşı sırasında da Hitler'in Avusturya'yı işgalinden sonra İngiliz vatandaşlığına geçti. 29 Nisan 1951'de kanserden hayata gözlerini yumdu.

Wittgenstein'ın dil anlayışı burada dört eseri ele alınarak değerlendirilecektir. Öncelikle bu dört eseri hangileridir? Yukarda bir kısmına değinildiği gibi öncelikle 1918 yılında kaleme aldığı Tractatus adlı eserindeki dil ile ilgili fikirlerine değinilecek. Daha sonra, bir ara dönem ya da geçiş dönemi olarak adlandırılabilecek 1933 yılında öğrencilerine dikte ettiği Blue Book (Mavi Kitap) ve 1934 senesinde yine öğrencilerine dikte ettiği Brown Book (Kahverengi Kitap) adlı eserlerindeki fikirlerine değinilecek..  Son olarak 1953 yılında mirasçıları tarafından yayınlanan Philosophical Investigations (Felsefi Soruşturmalar) adlı kitabındaki düşüncelerinden bahsedilecektir.

Tractatus adlı eserinde Wittgenstein dilin tanımını şu şekilde yapmaktadır; ' Tümcelerin toplamı dildir.' Burdan yola çıkarak Wittgenstein için tümcenin dildeki en önemli unsur olduğunu çıkarabiliriz. Zaten Tractatus'un çeşitli yerlerinde de tümceye verdiği önemi vurgulamaktadır. Tümceleri gerçekliğin yansıması olarak görmektedir. Bunu şu şekilde dile getirmektedir; ''Tümce gerçekliğin bir tasarımıdır, tümce gerçekliğin biz onu nasıl düşünüyorsak, öyle bir taslağıdır.'' Tümceyi gerçekliğin bir tasarımı olarak görmesinin nedenini de Wittgenstein şöyle açıklar, biz bir tümce duyduğumuz ya da okuduğumuz zaman anlamı bize açıklanmaksızın o tümcenin ne demek istediğini anlarız. Açıklanmaya gerek kalmadığı için tümceyi gerçekliğin tasarımı olarak kabul etmeliyiz. Zaten tümcenin özünde de bize yeni bir anlam iletebilmesi yatar. Wittgenstein çalışmasında ayrıca tümcelerin doğruluk işlevlerine de yer vermiştir. Fakat bunları salt mantık işlemleri çerçevesinde yapmıştır. Mantıksal terimlerle (p ise q vb.) tümcelerin doğruluk işlevlerini kanıtlamaya çalışmıştır. Bu işlemlerden sonra şu genel sonuca ulaşmıştır: ''Tümce kendisinden sonuç olarak çıkan her tümceyi evetler.'' Tümcelerin kendiliğinden doğruluğu taşıdığını bir başka yerde ise şu şekilde söylemektedir Wittgenstein; '' Bize bir tümce verilmişse, onunla birlikte, onu dayanak alan bütün doğruluk işlemlerinin sonuçları da zaten verilmiştir.'' Dilin özünde doğruluğu arama çabası tüm Tractatus'te gözümüze çarpmaktadır. Wittgenstein felsefesi dünyanın özünü ortaya koyma felsefesidir. Dünyanın özünü bulmak için de başvurduğu tekşey dildir. Daha özel olarak da dil içerisindeki tümcelerdir çünkü zaten ona göre dil tümcelerin toplamıdır. Tümcenin özünü bulmanın dünyanın özünü bulmak olduğunu şöyle açıklar: ''Tümcenin özünü ortaya koymak demek, bütün betimlemenin özünü ortaya koymak demektir, böylece de dünyanın özünü.'' Wittgenstein kural ve anlam kavramlarını da birbirine bağımlı kılmamıştır.  Kural farklı anlam farklı bir şeydir. Kurallı bir tümce anlamlı olmak zorunda değildir. Anlam bizim o şeye bir imlem vermemize bağlıdır. İmlem  insanın varlıklara verdiği ya da onda bulduğu anlamdır. ''Olanaklı her tümce kuralına göre kurulmuştur; bir anlamı da yoksa bu bizim onun oluşturucu öğelerinden bazılarına imlem  vermemiş olmamızdan kaynaklanır.'' diyerek kural ve anlam olgularının farklı olabileceğini belirtmiştir. Wittgenstein tümce içerisindeki hiyerarşiyi de reddeder. Yani hiyerarşiye göre tümce kuramadığımızı iddia eder. Bu düşüncesini şöyle açıklar: '' Temel tümcelerin biçimlerinin bir hiyerarşisi olamaz. Ancak kendi kurduğumuzu öngörebiliriz.'' Buradan da hiyerarşilerin bağımsız olduğu sonucuna ulaşır.

Wittgenstein, Tractatus'ta sık sık mantık ve dil birlikteliğini vurgulamıştır. Aslında daha çok mantığın dile uygulanmasını göstermiştir. Dile salt mantıksal bir çerçeveden bakmıştır. Hatta öyle ki tümcelerin varlığını tamamen mantığa bağlamıştır. ''Hangi temel tümcelerin var olduğunu, mantığın uygulamaları karara bağlar.'' diyerek bu düşüncesini açıkça dile getirmiştir. Gündelik dilimizin tümcelerinin de mantıksal olarak tamamıyla düzenli olduğunu iddia etmiştir. Aksi takdirde mantıksız tümceleri oluşturamayacağımız kanaatindeydi. Buradan da 'mantıksal sözdizim' kavramını ortaya atar.  Mantıksal dilbilgine boyun eğen bir im dili arayışı içerisindedir Wittgenstein. Mantıksal sözdiziminin kuralları da kendiliğinden açık olmalıdır. Böyle düşünmesinin nedeni dili belirsiz (ambigious) tümcelerden arındırmak istemesidir.

Tractatus'ta tekçi ve özcü anlayış hakimdir. Wittgenstein tümcenin özünü bulma arayışı içindedir ve bu özün de mutlak surette yalın olması gerektiğini söylemektedir. Wittgenstein  mantıksal sorunların çözümlerinin yalın olması gerektiğini belirtir, çünkü bunlar yalınlığın ölçütünü koyarlar. Ona göre ''tümcenin ancak bir ve tek bir tam çözümlemesi vardır.'' Ünlü filozof dilde farklılıklara yer vermez. Çünkü mantığın tek bir sonucu vardır ve dile de mantık çerçevesinden bakılmalıdır.
Wittgenstein, Tractatus'ta dünyayı ancak dilimizin sınırları çerçevesinde anlamlandırabileceğimizi iddia eder. ''Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını imler.'' diyerek bu görüşünü açıkça belirtir.
Tractatus'taki düşünceleri şu şekilde özetleyebiliriz. Wittgenstein Tractatus adlı eserinde dilde birlik ve aynılık arar. Dil ve gerçeklik arasında bir bağ kurar bunun da tümce yoluyla olduğunu ileri sürer. Aynı zamanda dil konusunda özcü bir anlayışa sahiptir. Dili mantık çerçevesine oturtup bu şekilde inceler.

1933 senesinde öğrencilerine dikte ettiği Mavi Kitap adlı eserine 'bir sözcüğün anlamı nedir?' sorusuyla başlar. Bunu iki şekilde açıklar. Birincisi sözlü tanımlama ikincisi ise göstermeli tanımlamadır.  Wittgenstein göstermeli tanımlamayı sözlü tanımlamanın üstünde tutar. Bunu da şu şekilde açıklar: ''Sözlü tanımlama bizi hiçbir yere götürmez. Oysa göstermeli tanımlamada, anlamı anlamaya doğru çok daha gerçek bir adım atmış gibiyizdir.'' Yani bilinmeyen bir sözcüğün anlamını göstererek tanımlaya çalışırsak bu o sözcüğün anlamını anlamak için daha iyi bir yoldur. Tractatus'ta tekçi bir anlayışa sahip olan Wittgenstein bu eserinde bu anlayışını yavaş yavaş terk ediyor. Mavi Kitap'ta birçok sözcüğün kesin anlamının olmadığını söyler. Bunun da bir kusur oluşturmadığını iddia eder. Antik Yunan'dan beri tartışılan sözcüğün anlamının ne olduğu konusunda da ''Sözcükler, biri onlara ne anlam vermişse o anlama sahiptir.'' demektedir. Felsefe için kusursuz bir dil oluşturma çabalarına karşılık da sıradan dilin bir kusurunun olmadığını ifade etmektedir. Yani bir üst dil oluşturmaya lüzum yoktur. İkinci dönemini oluşturan dil oyunları anlayışının temellerin de Mavi Kitap'ta görmek mümkündür. Öncelikle dilleri bir aile birlikteliğine benzetmektedir. Bir aile içerisinde birbirine benzeyen bireyler vardır. Kiminin burnu kiminin gözleri birbirine benzemektedir. Fakat bu aile üyeleri için birbirinin aynısı diyebilir miyiz? Şüphesiz diyemeyiz. Diller de bir ailenin üyeleri gibidir. Birbirine benzer noktaları vardır lakin birbirinin aynısı olamazlar. Burada da tekçi anlayışından uzaklaştığını açıkça görüyoruz.

Mavi Kitap'tan yaklaşık bir sene sonra dikte ettirdiği Kahverengi Kitaba, Wittgenstein dil edinimi ile ilgili fikirleriyle başlamaktadır. Kahverengi Kitap adlı eserinde 'dil oyunları' terimine daha sık rastlamaktayız. Dil oyunları ona göre sözcüklerin ve tümcelerin kullanımının çeşitli bağlamlara göre değişmesidir. Tek bir sözcük bir tümceyi anlatabilir mesela. Bunların hepsi dil oyunlarını meydana getirir. Wittgenstein çocuklara anadillerinin bu dil oyunları ile öğretildiğini öne sürer Kahverengi Kitap'ta. Ayrıca Wittgenstein dil oyunlarını ''insan iletişiminin eksiksiz sistemleri olarak görüyor.'' Dil aslında dil oyunlarından oluştuğu için dilde sınırsız sayıda dil oyunu olabilir. Kahverengi Kitap'ta Wittgenstein bu dil oyunlarına verebildiği kadar örnek vermiştir.

İki farklı dönemin arasındaki bir geçiş dönemi olarak görülebilecek Mavi ve Kahverengi Kitap'ta değişimin birtakım izlerini görmek mümkün. Fakat bu yeni düşüncelerinin tam olgunlaşması Felsefi Soruşturmalar adlı eserinde olmuştur.

Felsefi Soruşturmalar'da da dilin edinimi konusundaki fikirleri ön plana çıkmaktadır. Öncelikle dilin edinimi kavramını kullanmaz bunun yerine 'eğitim' ve 'yetiştirmek' sözcüklerini kullanır. Wittgenstein dilin edinimi sürecini çocuklara bakıcıları veya çevresindekilerin dili öğretmesi olarak görmektedir. Bu fikrini şu şekilde şekillendirir: '' ... Çocuklar bu etkinlikleri gerçekleştirmek, bu sırada bu sözcükleri kullanmak ve karşılarındakinin sözlerine böyle tepki vermek üzere yetiştirilir.'' Bu verilen eğitim de genellikle nesnelerin gösterimi yoluyla gerçekleşir. Çünkü nesneleri göstererek tanıtmak sözlü tanım yapmaktan daha sağlam bir yoldur. Çocuğu dili öğrenmesinde öğretmenin rolünü reddetmeyen Wittgenstein bu öğrenme sürecinde çocuğun tekrar ederek öğrenmeyi pekiştirdiğini düşünür. Yani önce gösterim sonra sözcüğün telaffuzu ve en sonunda da tekrar. İşte Wittgenstein'in 'dil oyunu' dediği şey bu süreçleri kapsayan bir etkinliktir. Bu süreçlerin hepsi birer dil oyunudur.

Wittgenstein'in meşhur 'alet kutusu' benzetmesini bu eserinde daha net olarak görürüz. Sözcüklerin işlevlerini bir alet kutusundaki aletlere benzeterek şöyle der: ''Bir alet kutusundaki aletleri düşün: Çekiç, kerpeten, testere, tornavida, cetvel, tutkal çanağı, tutkal, çiviler, vidalar... Bu nesnelerin işlevleri ne denli çeşitliyse, sözcüklerin işlevleri de o denli çeşitlidir.''  Dildeki tüm durumlar, örnekler vb. dilin aletlerinden saymak gerekir. Bu yolla karışıklıklardan kurtulabiliriz.

Tractatus'taki tekçi anlayıştan Felsefi Soruşturmalar'da dilin çeşitliliği düşüncesine geçtiğini belirtmiştik. Dildeki çeşitliliği şöyle bir örnekle açıklıyor Wittgenstein: ''Dilimiz eski bir şehir olarak görülebilir. Dar geçitler ve alanlardan, eski ve yeni evlerden, farklı dönemden eklentiler taşıyan evlerden oluşan bir labirent; çevresinde de düz ve düzenli caddeleri ve tek tip evleriyle pek çok yeni banliyo.'' Burada Wittgenstein'in vurgulamak istediği şudur; dil içinde eski ve yeni birçok unsur barındırır. Dile yeni sözcükler girebilir eski şeyler unutulabilir belli yapılar değişime uğrayabilir. Bunlar dili dil yapan unsurlardır. Bu yönüyle de dil kendi içerisinde de bir çeşitlilik arz eder. Yine aynı şekilde dilin farklılığını vurgulamak için ünlü 'oyun benzetmesini' de burada görmek mümkündür. Wittgenstein oyunları düşünmemizi ister. Mesela tahta oyunu sonra taş oyunları ya da kağıt oyunlarını. Bu oyunların hepsi birbiriyle aynı mıdır?Aslında değildir sadece benzerlikler vardır. Bir satrançla çocukların oynadığı tekerlemeli oyunlara aynıdır demek mümkün müdür? Değildir. Oyunlar birbirinin aynısı değildir sadece aralarında benzerlikler vardır. Diller de bu şekildedir. Aynı değil fakat benzerlikler vardır.

Wittgenstein Felsefi Soruştumalar ile birlikte dilin kültürel ve sosyal boyutuyla da ilgilenmiştir. Mesela '' Bir dil tasavvur etmek, bir yaşam biçimi tasavvur etmektir.'' demekle dilin sosyal boyutunu vurgular. Dilin bir yaşam biçimi olduğunu yine aynı eserin bir başka yerinde şu şekilde belirtir: '' Dil oyunu deyimi burada dilin konuşulmasının bir etkinliğin ya da bir yaşam biçiminin bir parçası olduğunu belirgin kılmalıdır.''

Sözcükleri nesnelerin adlandırılması olarak gören görüşe de bir eleştiri getirmektedir Wittgenstein. Yer yer bu eserinde bu görüşe karşı çıkmaktadır. Bir dilin sözcük haznesindeki sözcükler salt sözcük nesne eşleştirmesi değildir. Buna şu örnekle karşı çıkmaktadır: '' Salt ünlemleri bir düşünelim. Birinden tümüyle farklı işlevleriyle; Su!, kaç!, güzel! , hayır! bu sözcüklere hala nesnelerin adlandırılışları demek eğiliminde misin?''

Wittgenstein'e göre bir sözcüğün anlamı ve kullanımı farklı şeylerdir. Bir sözcüğün anlamını bilmek onun kullanımını bilmek demek değildir. Örneğin birisine satrançta 'şahı gösterebiliriz. Fakat bu sadece satrançtaki şahı temsil eden taşın karşıdakine tanıtılmasıdır. Oyundaki görevini ve hamlelerini ancak açıkladığımız zaman anlamlı kılarız. Yani bir şeyin anlamını bilmek onu nasıl kullanmamız gerektiğini bize söylemez. Ayrıca sözcüklerin kullanımı her yandan kurallarla sınırlı değildir. Bunu şu şekilde dile getirmektedir filozof: '' Kural, yol gösteren bir levha gibi durur orada. Tutmam gereken yol hakkında hiçbir şüpheye yer bırakmaz mı? Yanından geçtikten sonra hangi yöne gitmem gerektiğini  caddeyi mi, patikayı mı izlemem, yoksa tarlaların içinden mi geçmem gerektiğini gösterir mi?'' Yani sözcüklerin kullanımında kural olabilir lakin buna her zaman harfiyen uyulması pek mümkün değildir.

Kısacası Felsefi Soruşturmalardaki düşüncelere baktığımız zaman şunları söyleyebiliriz; dilin edimsel kullanımı ön plandadır, dili her yönüyle kullanmak aslında bir dil oyunudur, bu dil oyununu oynamak insanın kendisini bir kültüre yerleştirmesidir, farklılık arayışı ön plandadır. Ayrıca dilin sosyal ve kültürel kullanımına da önem verilmiştir. Dil bir insan etkinliğidir.

Tractatus adlı eserinde mantıkçı ve tekçi bir anlayışla dile yaklaşan Wittgenstein geçiş dönemi sayılabilecek Mavi ve Kahverengi Kitapta yeni düşüncelerine de yer vermiştir. Fakat bu düşüncelerinin olgunlaşmış halini Felsefi Soruşturmalar adlı eserinde görmekteyiz. Görüyoruz ki birinci dönemi sayılan Tractatus ve ikinci dönemi olarak nitelendirilen Felsefi Soruşturmalar adlı eserlerinde dile karşı olan tutumu bir hayli değişiklik göstermektedir. Filozof bu eserleriyle ve düşünceleriyle de Dilbilim Felsefesine ve anlam olgusuna çok büyük katkıda bulunmuştur.


KAYNAKÇA
1) Wittgenstein, Ludwig.2013. Tractatus Logico-Philosophicus. (Oruç Aruoba Çev.) Metis Yayınları. İstanbul.
2) Wittgenstein, Ludwig.2011. Mavi Kitap, Kahverengi Kitap. (Doğan Şahiner Çev.) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul.
3) Wittgenstein, Ludwig. 2014. Felsefi Soruşturmalar. (Haluk Barışcan Çev.) Metis Yayınları. İstanbul.
4) Altuğ, Taylan. 2013. Dile Gelen Felsefe. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul.

28 Aralık 2014 Pazar

Humboldt'un Dil Anlayışı

1767 yılında Potsdam'da dünyaya gelen Wilhelm von Humboldt  her şeyden önce bir filozoftu. Filozof olmasından dolayı bir çok konu hakkında fikir beyan etmiştir. Felsefi kimliği bir tarafa bırakıldığında Humboldt Alman bürokrasisine senelerini veren bir bürokrat, dil hakkında dönemine göre yenilikçi düşünceleriyle tanınan  bir dilbilimci olması yönüyle de bilim tarihinde önemli bir şahsiyettir. Gençlik yıllarında özel öğretmeni Johann Jacob Engel, Humboldt'a Harris, Gottfried Herder, David Hume, Leibniz, Locke ve Rousseau gibi önemli şahsiyetleri tanıtmıştır. Küçüklüğünden beri bilinçli bir eğitimle yetiştirilen Humboldt böylelikle ilerleyen yıllarda sözü dinlenen etkili bir filozof olmuştur.

Tarihteki diğer bütün önemli düşünürler gibi Humboldt da gerçekliğe ulaşma yolunda dilin önemini vurgulamıştır. Dili, insanları ve ulusları sarmalayan ve dil olmadan insanların ve de ulusların anlaşılamayacağını savunmuştur.Dil konusundaki düşüncelerini 'On Language' (Dil Üzerine) adlı yazısında ele almıştır.Şimdi Humboldt'un dil konusundaki belli başlı düşüncelerine değinelim.

Humboldt'ta göze çarpan ilk şey onun rasyonel düşünmesidir. Hamann ve Herder gibi filozoflardan da etkilenen Humboldt 'evrensel dilbilgisi' anlayışına yakın bir görüş ortaya atmıştır.Ünlü dilbilimci Noam Chomsky'i de bu yönde etkilemiştir.  'Kartezyen Dilbilim' diye adlandırılan dönem olarak bilinen 'dile rasyonel' bakış açısı tarafından etkilenen Humboldt diğer 'Kartezyen Düşünürler' gibi dili dış etkilerden arındırmıştır ve insan zihninin bir aynası olarak görmüştür. Yani Humboldt'un düşüncesinde dile zihinsel (mental) bir bakış açısı görmek mümkündür.

Humboldt, sözcük, ses gibi dilin parçalarını birbirinden ayrı olarak görmez. Tam tersi bir organizmadaki gibi birbirlerini daima etkileyen bir düzenek olarak görür. Bunların bir araya gelmesiyle de her  bir karakteri olduğunu ileri sürer. Chomsky Humboldt'un ortaya attığı bu 'dil karakteri' terimiyle dilin şiirsel ve felsefi kullanımına vurgu yaptığını belirtir. Ayrıca dilin bu 'iç karakteri'nin anlambilimsel ve sözdizimsel yönlerinden ayrı olduğunu vurgular. Çünkü anlambilim ve sözdizim Humboldt'a göre dilin dış biçimidir. Böyle yaparak Humboldt dilbilgisini (grammar) değiştirmeden dilin zenginleştirilebileceğini ve iç karakterinin değiştirilebileceğini vurgulamıştır. ( Chomsky: 2002)

Humboldt'a göre dilin kullanımında zihinsel süreç etkilidir. Aslında zihinsel süreçten de önce 'ulusal karakter' etkilidir. Ulusların karakterleri dillerini etkiler. Çok farklı uluslar ve bu ulusların kendilerine göre davranışları olduğu için de birçok dil ortaya çıkmıştır. Ona göre dildeki farklılıkların sebebi kişilerin 'dünya algısı' ve ulusların karakteridir. Burada görüldüğü gibi dil tamamen topluluklara ve kişilere indirgenmiştir. Humboldt dilin, bir milletin ruhunun dış görünüşü olduğunu ileri sürer. Bu düşüncesini kişilere indirgeyerek de 'dillerin bireyselliği' ilkesini ortaya atmıştır.
Dil ve düşünce üstüne yoğun çalışmalar yapan Sapir ve Whorf'da Humboldt'un dil ve düşünce ilişkisinden yararlanmıştır. Genel olarak dil mi düşünceyi yoksa düşünce mi dili etkiler sorusuna yanıt arayan Sapir&Whorf hipotezinin izlerini aslında Humboldt'ta bulmak mümkündür. Humboldt, 'dil üzerine' adlı yazısında net olarak şunu demiştir: ''Dil olmaksızın düşünce olmaz''.  Humboldt'a göre dilin sınırları içerisinde düşünebiliriz ve hayatta düşünme konuşmadan başka bir şey değildir. Aslında dil tamamen düşüncenin dışa vurulmasıdır.

Humboldt dilin bir ürün değil etkinlik olduğunu da vurgular. Etkinlikle Humboldt aslında dildeki yaratıcılığı vurgular. Dildeki yaratıcılık konusunu ise daha sonra Chomsky gündeme getirmiş ve tüm teorisini bu yaratıcılığın üzerine kurmuştur. Humboldt'un bu konudaki düşüncesinin tam kesin ve açık olmadığını belirten Chomsky yine de kendi  kuramına temel olabileceğini de belirtmiştir.
Humboldt'un dil anlayışına dair sayfalarca yazı yazılabilir. Fakat genel olarak dil hakkındaki bu düşünceleri bilindiği zaman Humboldt'un modern dilbilime dahi etki ettiği kolaylıkla anlaşılabilir. Kendinden sonra gelen birçok dilbilimcinin ona atıfta bulunarak kavramlar ortaya atması ve kuram geliştirmeleri de Humboldt'un dilbilim için çok önemli bir düşünür olduğunu ortaya koymaktadır.

KAYNAKLAR
1) Chomsky, Noam. 2002. Cartesian Linguistics: A Chapter in the History of Rationalist Thought. James McGilvrayb (ed). Cybereditions.
2) Altuğ, Taylan. 2013. Dile Gelen Felsefe. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. S: 59-83

3) Humboldt. On Language, On the Diversity of Human Language Construction and its Influence on the Mental Development of the Human Species. Edited by Michael Losonsky, CUP 1999, pp. 25-64

25 Temmuz 2014 Cuma

Şemsettin Sami ve Dilbilim

Şemsettin Sami (1850-1904) Türk dil çalışmaları tarihinde şüphesiz çok önemli bir yer tutar. Tanzimat geleneğinin devam ettiği Meşrutiyet döneminde dil ile ilgili eserler veren Şemsettin Sami çok yönlü bir ilim adamıdır. Şemsettin Sami temel olarak leksikografi yani sözlükbilim alanında eser vermesiyle tanınır. Gerçekten de günümüzde bile edebiyat öğrencilerinin  ve Türk dili çalışanlarının ellerinden düşürmedikleri sözlük çalışmasına imza atmıştır. 1882 yılında Kamus-i Fransevi adında Fransızca-Türkçe ve Türkçe-Fransızca sözlük hazırlamıştır. 1889 senesinde ise Kamus-i Turki adlı sözlüğünü hazırlamış ve Türk diline kazandırmıştır. 

Şemseddin Sami'nin burada pek de bilinmeyen başka bir özelliğine değineceğiz. Dilbilimsel kimliğine. Osmanlı Devleti döneminde dilbilim çalışmaları Avrupa'da ve Amerika'da çok yoğun bir şekilde yapılmaktaydı. Özellikle dillerin tipolojik sınıflandırılması ve dil ailelerinin oluşturulması görevin üstlenen Tarihsel Dilbilim dönemi, bahsettiğimiz zamanlarda dilbilim çalışmalarının ana merkezini oluşturmaktaydı.  Fakat 20. yüzyılın başlarından itibaren dilbilime bilimsel bir bakış açısı kazandırmak için çeşitli çabalar harcandı. Ünlü İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure bunu dilbilim çalışmalarını yapısalcı bir çizgiye çekerek başarmıştır. Saussure'den sonra dilbilim, bilim hüviyetine bürünmüş ve çalışmalar yapısalcı çizgide devam etmiştir. İşte Şemseddin Sami'nin yaşadığı dönemde dilbilimin genel görünümü kısaca bu şekildedir.

Şemseddin Sami dil ile ilgili yapılan bu gelişmelere kayıtsız kalmamış ve 1886 yılında 96 sayfalık 'Lisan' adlı broşürünü yayınlamıştır. Bu eser Türkiye'de dilbilim alanında yazılmış ilk eser olma özelliğini göstermektedir. Gerçekten de o dönemde dilbilim için Avrupa ve Amerika'da kullanılan 'Lenguistik' kavramı geçen- bu eserden başka- bir esere rastlanmamıştır. Sami bu eserini 18 ana başlığa ayırmıştır. Eserde gerçekten de o dönemde Avrupa'da yapılan dil çalışmalarını etkileyen paradigmalardan bir hayli etkilenmiştir. Öncelikle 19. ve 20. yüzyıllarda dilbilimi etkileyen düşünce ve paradigmalardan bahsetmek gerekir.

19. Yüzyılda Darwin biyoloji alanında bir devrim yapmıştı. Evrim Teorisi ve Doğal Seçilim kavramlarını ortaya atarak türlerin sınıflandırılmasını yapmıştı. Canlıların ilkellikten mükemmelliğe doğru gidişini savunmuştur. O dönemde büyük yankı uyandıran bu düşünce bir çok bilimi de etkilemiştir. Yani o dönemin baskın paradigması olmuştur. Dilbilim de biyolojinin ve Darwin'in bu düşüncelerinden etkilenmiştir. Darwin canlıları sınıflandırırken her canlının bir atası bulunduğunu ve canlıların hiyerarşik biçimde birbirleri ile ilişkili olduğunu vurgulamıştır. Bu düşünce dilbilimde dil ailesi fikrini doğurmuştur. Gerçekten de o dönemde temel uğraş yeniden yapılandırma yolu ile bir proto dile yani ana dile ulaşma olmuştur. Dilbilimin o dönemde etkilendiği bir diğer paradigma ise fiziktir. Fizikteki kuvvet-hareket (force-motion) düşüncesi dilbilimde yerini ses değişikliğine bırakmıştır. Görüldüğü gibi bu iki alan o dönemde dilbilimi bir hayli etkilemiştir.

Yine tüm bu düşüncelerden etkilenilerek dilbilimciler dilin gelişimi ya da evrimi konusunda fikir beyan etmişlerdir. Dilin basitten gelişmişe mi ya da gelişmişten basite doğru mu gelişme gösterdiği hakkında çok ateşli tartışmalar yapılmıştır. Rasmus Rask gibi kimi dilbilimciler dilin gelişmişten basite doğru gittiğini öne sürmüş; Schleicher gibi bazı dilbilimciler de dilin basitten daha karmaşığa gittiğini öne sürmüşlerdir. Ayrıca bir dilin konuşulduğu toplumun ruh halini yansıttığı inancı da bir hayli yüksekti. Ayrıca bu dönemde ilkel dil ve ilkel toplum düşüncesi de vardı. Yani bazı diller diğerlerinden daha ilkel dolayısıyla da bu ilkel dili konuşan toplum da ilkel bir toplumdu. Elbette ki bu görüş modern dilbilim normları ile uyuşmaz.  

İşte bu dönemdeki bu tarz düşünceler Şemseddin Sami'yi de etkilemiştir. Gerçekten de Lisan adlı eserinde bunlardan bahsetmiştir. Bu da bize gösteriyor ki Sami yaşadığı dönemin dilbilim çalışmalarına kayıtsız kalmamıştır. Şimdi Lisan adlı eserinin önemli noktalarını ele alıp değerlendirme ve çıkarım yapma yoluna gidip Şemseddin Sami'nin dilbilim ve dil ile ilgili görüşlerini öğrenmeye çalışacağız.

''Dil Nedir?'' adlı bölümüyle kitaba başlayan yazar insan dilini hayvan dili ile ayırmış ve insana özgü olduğunun altını çizmiştir. Burada ayrıca ses ve yazı (ortography) kavramlarına da değinmiştir. İkisini de dilin bir yansıması olarak değerlendirmiştir. Bundan sonra eski medeniyetlerin dil çalışmalarını aktarmaya çalışmış ve bu hususta sadece basit dilbilgisi çalışmalarının ve diller içerisinde etimolojik çalışmaların yapıldığını öne sürmüştür. Eski medeniyetlerin kendi dillerinden başka dilleri de öğrenmeye yeltenmedikleri için suçlamış ve dilleri karşılaştırmanın insanın kendi dilini anlamasında çok önemli bir yer tuttuğunu da belirtmiştir. Böylece dönemin Karşılaştırmalı Dilbilgisi (Tarihsel Dilbilim) çalışmalarının Şemseddin Sami'nin eserinde de görebiliyoruz.

Eserin üçüncü bölümü ise direkt olarak ''Dilbilim'' başlığını almıştır. Dilbilimi insanbilimle sıkı ilişkide olduğunu belirttikten sonra şu satırları yazmaktadır: '' Avrupa dillerinde Linguistique olarak adlandırılmıştır ve diğer bir eserimde de sırası geldiğinde beyan etmiş olduğum gibi, dilimize ''ilmü'l-lisan'' terimiyle tercümesini uygun gördüm.'' Linguistics terimine Osmanlıca karşılık bulan ilk dil bilginidir Şemseddin Sami. Şemseddin Sami'ye göre insanın anahtarını dilbilim açmaktadır. Çünkü dil ile ilgili batıl inançları bilimsel kimliğiyle yok etmektedir bu bilim dalı. O dönemde bir çok şeyin hipotez evresinde kalmış olmasına rağmen bu hipotezlerin zamanla kanun şeklini alacağına olan inancını da aynı bölümde dile getirmiştir.

Avrupa ve Amerika'da dilbilimin ilerlemesinin sebebini, dili araştıran insanların hiç bilmedikleri yerlerin dillerini araştırma çabasına ve araştırdıktan sonra bu dil hakkında eser vermelerine bağlıyor. Daha sonra da ' Bizde Dilbilim' adlı dördüncü bölümüne geçiyor yazar. Bu bölümde Şemseddin Sami'den önce Türkiye topraklarında 'dilbilim' adının bile bulunmadığına şahitlik ediyoruz. Bu hususta yazar şöyle demektedir: '' Bizde bu bilim henüz meçhul olup, dilimizde bununla ilişkili, bir kaç sene evvel acizane yazmış olduğum  bir kaç makaleden başka bir şey yazılmamış olduğu, hala ismi bile bulunmamasından da anlaşılır.'' (syf:20) Yani anlıyoruz ki Osmanlı Devleti döneminde Anadolu topraklarında dilbilim adlı bir bilimden söz etmek mümkün değildir.

Daha sonra yazar fonetik ve fonolojik çıkarımlarda da bulunmaktadır. Öncelikle insan fizyolojik yapısının her millette farklı olduğunu belirtiyor ve çeşitli milletlere mensup insanların bir diğer milletin dilindeki sesleri çıkaramayacağını iddia ediyor. Buna örnek olarak da İngiliz'in th sesini ve Arapların ayın sesini örnek veriyor. Mesela bir Türk'ün bu sesleri çıkarmakta zorlanacaklarını hatta hiç çıkaramayacaklarını ileri sürüyor. Dilbilimin mikro bir alanı olan sesbilim ve sesbilgisi konusunda da Şemseddin Sami'nin fikir sahibi olduğu şaşırtıcıdır çünkü kendi dönemine kadar ülkesinde dilbilimin adı bile olmadığı göz önünde bulundurulursa bu bilgileri elde etmek için gerçekten çok fazla kişisel çaba gösterdiği ortaya çıkmaktadır. Ses konusunda fikirlerini söylemeye devam eden Sami ses ve seda arasında da bir ayrıma gidiyor.  Bu hususta şunu söylüyor: '' seda doğaldır, ses ise yapay ve dolayısıyla öğrenmeyle ilişkilidir. '' (syf:30)  Buradan da anlıyoruz ki seda hayvanlara özgü ses ise insanlara özgüdür.  Sesin öğrenmeye bağlı olduğunu ise şu örneğe dayandırıyor: '' Arabistan'da büyüyen çocuğun boğazdan konuşması, İstanbul'da büyüyenin (s) ve (z) gibi harfleri telaffuz edememesi gibi haller bile sesin öğrenmeye bağlı olduğunu kanıtlayacak delillerdendir.'' (syf:31)

'Dilin İlk Ortaya Çıkışı' adlı bölümüne başlarken dünyadaki genel dilbilim düşüncesini dile getiriyor yazar.  Yukarıda da bahsettiğimiz gibi 19. yüzyılda kavimlerin dili ile zeka düzeyleri bir tutuluyor ve ilkel dil/toplum ayrımı yapılıyordu. Şemseddin Sami de bu düşünceyi şu biçimde belirtiyor: '' Medeni milletler ile vahşi kavimler arasında dil bakımından pek büyük farklar görülmektedir.'' (syf:37) Daha sonra ise Avrupalı düşünürleri bir hayli meşgul eden dilin basitten-gelişmişe mi gelişmişten-basite mi gittiği tartışmasına değiniyor. Bu noktada Sami, dilin gelişimini insanlığın zeka gelişimiyle paralel göstermektedir. Yani ilk insanlar iptidai idi ve zeka düzeyi olarak düşüktü. Buna paralel olarak dilleri de ilkel ve basitti. Fakat zeka geliştikçe ve insan medeni bir vasıf kazanmaya başladıkça dil de karmaşık bir yapı almaya başlamıştır. Bu bölümü bitirirken de yazar dilin insandan önce asla ortaya çıkmadığının da altını çizerek belirtiyor.

''Dilin Ortaya Çıkış Biçimi'' adlı bölümünde ise Antik Yunan'dan beri tartışma konusu olan doğallık-uzlaşımlık konusuna değiniyor. Bu tartışma kısaca şunu içerir: ''İnsanlar neden ata at demiştir de boğa dememiştir?'' Yani isimlendirme sürecinde nesne ile ad arasında doğal bir bağ mı vardır yoksa insanlar arasındaki uzlaşma mıdır bu isimlendirme süreci? Antik Yunan'da Platon'un ünlü eseri Cratylus sadece bu konuyu kapsamaktadır. Bu tartışmayı Şemseddin Sami de eserinde dile getiriyor. Sami bu konuda kendi fikrini söylemekten çok dönemin bilim adamlarının fikirlerini ön plana çıkarmaktadır. Eskiden uzlaşımsal olarak kabul edilen bu durumun o dönemde çürütüldüğünü iddia eden yazar doğallık konusunda da olumsuz bir tutum takınıyor. Yani bu konuda kendi fikrini dile getirmiyor. Dilin ortaya çıkışını ise taklide bağlıyor.

Daha sonra dilleri üç biçimde tasnif ediyor Sami. Tek heceli diller, bitişkin diller ve bükümlü diller. Bunların sırasını da insanların gelişmişlik sırasıyla paralel görür. Yani tek heceli dil konuşan topluluk Bükümlü dil konuşandan daha az medenidir. Bu da yine dönemin yaygın görüşünün esere yansımasıdır. Akabinde dil ailelerine değinen bilgin diller arasında mutlaka benzerlikler olduğunu ve bu yüzden ortak bir dilden meydana gelmiş olmaları gerektiğini örneklerle açıklamaktadır.

''Dilin Ömrü'' adlı bölümde ise dikkate değer bir fikrini beyan ediyor. Günümüz modern dilbiliminde sıkça dile getirilen dilin değiştiği gerçeğini o yıllarda şöyle dile getirmektedir: '' Dilin ömrü de insanın ömrü gibidir. Çocukluğunda tanınan bir insan otuz yaşında ve yirmi yaşında tanınan bir delikanlı altmış yaşında görülürse, tanınamayacak kadar farklı bulunacağı gibi, bir dilin de birkaç yüzyıl zarfında anlaşılmayacak kadar değiştiği tecrübe edilmiştir.'' (syf:66) İşte bu tespit modern dilbilim savıyla birebir örtüşmektedir. Dil değişmesi doğaldır. Dili bir nehre benzetmek mümkündür. Bazen taşar bazen kurur fakat sonunda yolunu bulur. Bu yüzden dile müdahale etmek ya da etmeye çalışmak boşa bir uğraş olacaktır.

Eserinin sonlarına doğru ise Sami, tek heceli, bitişken ve bükümlü dillere örnekler vermektedir. Ve böylece eserini sonlandırmaktadır.


Görüldüğü gibi Şemseddin Sami Dilbilim terimini makalelerinde ve eserlerinde kullanan ve buna Osmanlıca terim bulan değerli bir dil bilginidir. Döneminin dil çalışmalarını titizlikle takip etmiş ve geçmişten dönemine kadar ki dil sorunları hakkında eserinde fikirlerini açıkça beyan etmiştir. Şemseddin Sami'nin bahsettiği hususlar zaten dilbilim tarihinin de büyük bir kısmını kapsamakta ve günümüzde de bunlar dilbilim öğrencilerine okutulmaktadır. Yani Şemseddin Sami Anadolu topraklarında dilbilimi konusunu gündeme getiren önemli bir figürdür dersek herhalde yanılmış olmayız.

20 Mayıs 2014 Salı

The Notion and Development of Universal Grammar

In very broad sense Universal Grammar - I will abbreviate it as UG all through this article- is the grammatical properties shared by all human languages. (1) When Chomsky put forward the idea of Innateness Hypothesis in the 1960s he also mentioned UG as a part of his theory. After behaviorism Chomskian revolution in linguistics shifted the mentality from empiricism to rationalism. As a result of this change language studies are thought at abstract level. When we look at the origin of UG we can see with ease that linguists or philosophers who are in favor of rationalism gave voice to UG. In the rest of the article we are going to take a journey to the origin of UG and later we will evaluate the aspect of UG shaped by Chomsky.

Around AD 1000, a shift began in which logic came to dominate linguistic thougt. (2) With this trend rationalist linguists, philosophers and intellectuals looked the language studies from different perspective than traditional view. The most substantial difference is that these rationalists highlighted the universal nature of grammar.

The first person to mention UG is known to be Robert Kilwardby (1215-1279) He divided his career in between Paris and Oxford. First as a student and then as a master at the Faculty of Arts in Paris in the period 1231–1245, he produced the earliest comprehensive group of commentaries of the arts syllabus that came down to us, with comments on the subjects of grammar, logic, and ethics. Kilwardby was seen by his and our contemporaries: as a conservative neo-Augustinian, fighting the progress of Aristotelianism. (3) That is why he insisted on the universal nature of grammar.

Concept of UG fully developed by Roger Bacon. (1214-1294) Bacon is known for his famous statement that '' Grammar is substantially one and the same in all languages, although it may vary accidentally'' (4) So judging on this quotation we would find a strong evidence of UG in the thought of Bacon. Accidental diversity, on the other hand, is another fundamental feature of language, according to Bacon, and it is due to the fact that language is conventional (ad placitum) and that every nation chose its own linguistic means: “In every language, words are given at pleasure, and this is why the Greeks imposed words according to their own will as we did according to our [will] and in accordance with the principles of our language as they in accordance with the principles of their language” (5) After an extensive research and comparing languages he came up with the idea of UG. He analyzed and compared Latin, Greek, some Slavic languages. He saw relationship among these languages. Hence he formulated UG.

Another important figure who thought UG was Descartes.  (1596-1650) Descartes was one of the Cartesian Philosophers. Cartesian Philosophers favored the use of reason and logic to improve natural sciences. Therefore, as a mentalist and rationalist Chomsky picked up on Descartes remarks about the creative nature of language. (6)A letter to Mersenne in 1629, Descartes commented on a universal grammar and dictionary that someone had been marketing commercially with the promise that anyone who learns this (universal) language, would also know all the others as dialects of it"(Descartes 1629).

Speculative Grammarians also dealt with the notion of UG. Actually their main goal was 'modi significandi' ways of signifying. (7) Speculative grammarians were roughly composed of 30 authors called Modistae. According to the Modistae, the grammarian's job was to explain how the intellect had created the system of grammar. (8) Such a grammatical system had to mirror reality as grasped by understanding; that is, grammar was ultimately underwritten by the very structure of the universe. ( Breva-Claramonte 1983: 47)

The trace of UG can also be seen  in the works of Julius Caesar Scaliger (1484-1558), Francisco Sanchez de las Brozas (1523-1601), James Harris (1709-1780)

Up till now we have seen the mark of UG in the Mediavel philosophy. We now know that UG has a deep root in medieval times and was highly related with the thought of rationalism. But can we say that language studies in those times were scientific? Of course we cannot.  These were just mentalist thoughts went hand in hand with philosophy and logic. Chomsky never denied that he benefited from these rationalist philosophers. What Chomsky did was reformulating the notion of UG and including it into linguistics. There are two main approaches to the question of language universals — either in-depth studies of one or a few languages, which is basically Chomsky’s method, or wide-range typological comparisons of a large number of languages, a method favoured by, among others, Greenberg.(9) Here we will see UG in Chomskian sense.

Since about 1980, Chomsky has been elaborating his position and arguing that certain fundamental principles for constructing sentences can be found in all languages and must be part of our genetic endowment , present from birth. (10)

Universal grammar is defined by Chomsky as “the system of principles, conditions, and rules that are elements or properties of all human languages...the essence of human language”(Chomsky, 1978)

From this definiton we infer that natural human languages and of course all of them share basic principles. Chomsky later proposed Principles and Parameters distinction regarding this theory. Chomsky's innateness hypothesis thus has been affecting many multidisciplinary linguistic areas such as Language Acquisition.

Chomsky hold that linguistic structures are too complex to be learnt by domain-general learning processes alone. (Chomsky, 2005) If this system is too complex than instead of learning it, it is more plausible to acquire it. That is to say, linguistic systems are pre-wired in our brain at birth and with sufficient input they activate. Universal Grammar is a biolinguistic approach to language acquisition and usage. It is biolinguistic because this view holds the idea that in the brain there is a specific module responsible for language. That is known as modularity of language.

Whilst early approaches to Universal Grammar predicted that all languages would share specific syntactical features, later revisions of Chomsky’s theory argue that Universal
Grammar would serve as a preselector for all the available grammars, and depending on the
socio-lingual context, the appropriate syntax would be acquired by the infant. (11)

Chomsky (1986) sees Universal Grammar as “an intricate and highly constrained structure” consisting of “various subsystems of principles”.  These include “X-bar theory, binding theory, Case theory, theta theory, bounding theory ... and so forth – each containing certain principles with a limited degree of parametric variation. (12)

Up till now we have seen that Chomsky formulated UG in the modern sense and later he revised his theory. First of all UG is a part of Innateness Hypothesis and according to UG language is not learned but acquired. Linguistic structures are pre-wired in our brain and in time since a human gets input they appear. In additon, there are basic principles shared by all human languages across the world.


There are some criticisms to that model of course. The most notable one is the work of N. Evans and Levinson (2009) They argue that any universals are over-generalisations. They note that UG theorists overlook the enormous linguistic diversity. Furthermore, they think that linguistic universals are dependent of specific cultures. Linguistic universals are therefore more like cultural artefacts, rather than being codified in the human genome. (13) Nevertheless UG has been an important milestone in linguistics.


In conclusion the idea of UG could be seen even in mediaeval philosophy pioneered by some rationalist intellectuals. Then it was interrupted by structuralism and behaviorism in 20th century. Later Chomsky in late twenties made great criticisms to behaviorism and he insisted on rationalism. From than on nativist approaches have been adopted by linguists in language studies. As a part of his philosophy and thinking he developed the notion of UG and revised it many times. Still linguistic trend is UG even if there are criticisms mainly by cognitive linguists.

REFERENCES

1) Trask,R.L. 1999. Key Concepts in Language and Linguistics. Routledge. Pg. 329
2) Campbell, Lyle. 2011. The History of Linguistics. Blackwell Reference Online.
3) Silva, Jose Felipe. 2011. Robert Kilwardby. Encyclopedia of Mediaeval Philosophy. Pg. 1148-1153
4) Ranta, Aarne. Type Theory and Universal Grammar.
5) www.iep.utm.edu./bacon-la/#SH5b Roger Bacon: Language.
6)Garnham, Alan. Garrod,Simon. Sanford Anthony. 2006. Handbook of Psycholinguistic. Pg. 2
7) Campbell, Lyle. 2011. The History of Linguistics. Blackwell Reference Online
8) Campbell, Lyle. 2011. The History of Linguistics. Blackwell Reference Online
9) Johansson, Sverker. 1991. Universal Grammar and the Innateness Hypothesis.
10) Trask,R.L. 1999. Key Concepts in Language and Linguistics. Routledge. Pg. 329
11) Kliesch, Christian. 2012. Making Sense of Syntax- Innate or Acquired? Journal of European Psychology Students. Vol. 3 Pg. 89
12) Dabrowska, Ewa. What Exactly is Universal Grammar and Has Anyone Seen It?
13) ) Kliesch, Christian. 2012. Making Sense of Syntax- Innate or Acquired? Journal of European Psychology Students. Vol. 3 Pg. 89-90

1 Nisan 2014 Salı

Structuralism In Europe and America, Main Differences


To begin, in looking at the origin of the term ''structure'' one finds that the term initially had an architectural meaning. It referred to ''the action, practice, or process of building or constructio'' and ''the way in which an edifice, machine, implement is made or put together.'' The application of the notion of structure to language and the social sciences in general came from developments in the field of linguistics through the seminal Course in General Linguistics of Ferdinand de Saussure, the founder of structural linguistics. (1)

In order to understand the nature of Structuralism we must look at some key notions in Course in General Linguistics. For Saussure language studies should be done synchronically, that is absence of time in language studies. And he thought that language is composed of arbitrary signs. And in the General Linguistics he developed a scientific model for language.

Saussure distinguished between language and speech. For language he said 'Langue' and for human speech he said 'parole.' In regard of this he proposed following:

''Taken as a whole, speech, is many-sided and heterogeneous; straddling several areas simultaneously - physical, physiological, and psychological- it belongs to the individual and to society; we cannot put it into any category of human facts for we cannot discover its unity.'' (2)

His syntagmatic&paradigmatic, synchrony&diachrony, langue&parole dichotomies and his thoughts on signs were very challenging and revolutionary in linguistics. Also his phoneme studies paved the way for future phonetic studies.After him many schools continued his synchronic and structural view and developed his theories.

After his death we see many diversifications in Europe. So here we can talk about the main structural characteristics in Europe.

After his death his students Charles Bally and Albert Sechehaye founded Geneva  School. This school maybe the most close ecole to the Saussure's views because Bally and Sechehaye are followers of their mentor.

In 1926 Linguistic Circle of Prague was founded by Vilem Mathesius. This school involves Roman Jacobson and Nikolai Trubetzkoy. Their method was again structural method but this time they gave attention to folkloric texts and poems. Also they studied phoneme. They slighlty changed Saussure's previous views and adjust it to their studies. But main characteristic was synchronic studies.

Then we see a structural movement in Scandinavia. Here Copenhagen School was founded by Louis Hjelmslev along with Hans Urdall. Here structuralism took a different shape. They produced an algebraic theory. Theory's name is Glossematics. So  Copenhagen School's theories were far more abstract than other school's. They see the minimum structure of a word as glosseme.

Else where Daniel Jones and J.R. Firth established British Structuralism. British Structuralism's main focus was meaning. They cared for meaning very much. The most famous one who deals with meaning was Bronislaw Malinowski and Halliday. This school also extended the notion phoneme.

Now we can summarize the situation in Europe;

At the beginning of 20th century language studies shifted from diachrony to synchrony with the great contribution of Ferdinand de Saussure. Linguistic value and signs were important novelties. Language was begun to study in itself for itself. Outer influences on texts were disregarded. After Saussure there emerged many schools and these schools contributed synchronic language studies greatly. Textuality, literary aspect of language, communication models, phonemes were studied by these schools.

Now we have come to America. Language studies in America also shifted to structuralism approximately at the same time. In America Structuralism can be started with Franz Boas (1858-1942) Other important names are Edward Sapir (1884-1939) and Leonard Bloomfield (1887-1949) Generally Structuralism in America can be divided into two movement one is rationalism led by Boas and the other one behaviorism led by Bloomfield.

There are some differences between American Structuralism and European Structuralism. But why? First of all languages spoken in Europe had been studied throughout the history. These languages' grammar rules and structures had been determined. Also these languages had written documents. So it was needless to analyze them again. So besides languages' structures, some theories regarding the nature of language was put forward. But in America linguists and ethnologists faced different communities that is Indic People. So before comparing these language with English they had to determine their rules and grammar structures first. So as to do this they had to describe these languages patterns. That is the most important difference between European and American Structuralism.

In European Structuralism language studies were carried on abstract level. For instance Langue-Parole distinction syntacmatic-paradigmatic distinction, concepts seen as abstract units and so forth. But in America linguists didn't have time to deal with these abstract notions because they needed to describe Indic languages. 

So we can say in American Structuralism language studied applicatively. But in Europe mainly theoretically.

Another distinction is that in America linguist had to study language hand in hand with culture. We cannot separate language from culture. And in America new cultures appeared so linguist and anthropologists tried to examine the relationship between language and culture. From there the great theory of Linguistic Relativism appeared because of this approach. In Europe there were no very different cultures and language was studied on its own.

In European Structuralism paradigmatic and contrastive relationships were highly regarded. But in America Syntagmatic relations were deemed.

Lastly in Europe one language theory or one model was tried to apply every European Languages but in America for every Indic language different schemas was tried to apply in order to get more accurate analysis.

REFERENCE(S)

1) Radford, P. Gary. Radford, L. Marie. 2004. Structuralism, Post-structuralism, and The Library: de Saussure and Foucault

2) Saussure, de Ferdinand. 1966. Course in General Linguistics. McGraw-Hill Paperbacks.
3)Harle, Peter. 1999. Structuralism. Folklore Forum. 30: 1/2

5 Mart 2014 Çarşamba

A CRITICAL REVIEW OF ''ON THE SIGNIFICANCE OF LANGUAGE FOR THE NATURAL HISTORY OF MAN'' WRITTEN BY AUGUST SCHLEICHER

In this short article I will try to assess the main ideas expressed by Schleicher in his article ''On the Significance of Language.''
Before starting to review the article it is useful to give a brief information about the author and the environment of him.

August Schleicher was born in 1821 and died in 1868. He was a prominent German linguist who made a great contributions to linguistics. The famous theory of him is ''Stammbaumtheorie'' (Family-tree theory) He wrote famous ''Compendium of the Comparative Grammar of the Indo-European Languages.'' He thought that language is an organism. That is, like any other living organism language has periods of development, maturity and decline. 
Affected by the biology and botanics he formulated that languages pass through a life cycle like living things.

We can roughly divide linguistics into four periods: Traditional Grammar, Historical Linguistics, Structuralism and Generative Grammar. Schleicher was a linguist in Historical Linguistics period. In this period language studies were highly affected by Darwinian theories and of course biology. Language was seen as living things and languages were categorized according to their typological differences or similarities.  The sole aim was reaching proto languages.

Now let's have a look at the opinions which was given by Schleicher in this article.
First of all he thinks that we cannot know where the language comes from. It is a kind of mystery. But this does not impede us to study it. We can study and analyze something that we cannot reach its source. He explains this with two analogies. One is ''Organ Analogy'' and the other one is ''Chemistry Analogy'' In the former he states that we can know the function of an organ even if we donot know the physical structure of that organ. In the latter Schleicher says that chemists investigate sun's light but they cannot directly take the source into their investigation. Similarly we cannot know the origin of languages although there have been various hypothesis about it. But origin of language is no longer debated in scientific circles because it is needless. İn spite of this, throughout history language has been studied.

He adopts a geneological approach towards language. There are a lot of proof regarding this claim. Firstly he alleges language differences are the result of such minimal differences in the character of brain and the speech organ. So we can infer that people speaking different languages have different brains and speech organs. But with the help of technology this has been proved wrong. MR and phonetic studies show that between brains of speakers with different languages are same if there is no damage or illness. There are just slight differences between vocalic properties of sounds and phonology studies these vocalic differences in specific languages. He also thinks that perfect mastering of second language is not possible because speaker of different languages' brains are structured differently. He gives an example of language families. Different people belonging the different language family cannot speak each other's languages with perfect mastering. But today we can see lots of, for instance, an Asian person speaking English fluently and with ease. Or a German can speak Turkish or Russian. Note that these languages belong to different language families.

He also asserts geography deeply affect  one society's language. In here he can be right to some extent. We can support this view by giving the so-called Eskimo case. In Eskimo language there are lots of names for indicating snow. Because in their environment they face with snow and cold. So that is a natural process.

He divided human life into three periods: Development of Physical Organs, Evolution of Language and Start of Historical life.  Despite the lack of evidence it is plausible to think that before speaking , vocal organs must have developed and with the speaking of course we can start historical life because before that we nearly donot know anything about the human life.

All in all, there are valid and invalid information about linguistics in Schleicher's article. But in his era thinking and putting forward these evaluations were very innovative. Schleicher and linguists like him paved the way for future linguistic analysis.

20 Şubat 2014 Perşembe

Linguistic Relativity Hypothesis

Abstract
Linguistic Relativity Hypothesis is the hypothesis that the structure of our language determines the way we perceive the world. This hypothesis is mainly linked with Edward Sapir and Benjamin Lee Whorf because they studied this issue dominantly but this phenomena attracted the attention of many other linguists , philosophers ,psychologists including Hamann and Herder , Wilhelm von Humboldt , Franz Boaz and so forth. This hypothesis has two versions indeed ; one is strong and the other one is weak aspect. In this article historical background of linguistic relativity , Sapir-Whorf Hypothesis , the two versions of this hypothesis will be discussed and as a writer I will state my position to this issue.

Key Words: Linguistic Relativity , Sapir , Whorf , Sapir&Whorf Hypothesis.

INTRODUCTION

In this article Sapir & Whorf Hypothesis about linguistic relativity will be covered. Sapir & Whorf Hypothesis simply suggest that there is a great relationship between the properties of language a person speaks  and how this person perceive the world and behave accordingly.  In other saying does language shapes our thinking? In fact this hypothesis is a coin which has two sides. One side is ‘ the Strong Sapir & Whorf Hypothesis’ and the other side is ‘the Weak Sapir & Whorf Hypothesis’. Strong version claims that language we speak strongly determines how we perceive the world. It is also called as Linguistic Determinism.  On the other hand  , the weak version of hypothesis claims that language shapes our thinking. Not fully but partly affect our perception of world.
I am in  favor of the weak version of the hypothesis. In my opinion language only shapes our thougt. From my standpoint, this less deterministic approach towards linguistic relativity is much more plausible than the other one. In the following parts of the article I will  try to support my opinion about Linguistic Relativity.

BACKGROUND INFORMATION OF LINGUISTIC RELATIVITY

We can distinguish the history of linguistics into four  periods. Respectively ; Traditional Grammar , Historical Linguistics , Structuralism and Generative Linguistics. In the Structuralism we see two movements ;  one is European Structuralism and the other one is American Structuralism (Descriptivism). The former was led by Ferdinand de Saussure while the latter was led by Frans Boas.  The encounter of ‘native’ languages began in the 1700’s, that is to say from the Historical Linguistic Period European linguists analyzed the Native American Languages. Frans Boas, originally as an anthropologist, did the same. He analyzed ‘alien’ languages spoken by Indic people. And Boas stated that there is a linguistic relativity. That is , there are a lot of diferent languages and a linguist’s task is to compose different schemas for these languages. Before Boas , especially in Enlightenment language and thought were not seen as a correlated units. These two units were seen as seperate entities.  So we can clearly see that the idea of Relativism lies in the thought of Franz Boas. His mentalist approach to linguistic studies was shared also by his student Edward Sapir. Before we come to Sapir & Whorf we will look at some earlier period .

In contrast to the view adopted in  Enlightenment towards language and thougt , we can find several traces of linguistic relativity in the work of Hamann , Kreuzzüge des Philologen. He states that while some similarities among languages can be found, there are also differences. And those differences among languages parallel differences in thought. Language did not originate from thought, but its origin had been prior to thought, for thought presupposes a language in which it might manifest itself. Hamann may thus be seen as the first one to hold such relativistic views in a strongly articulated fashion.

In the works of Hamann and Herder there had been no extensive study of different languages. The views of Hamann were mere opinions based on intuition and not in the least backed by a sufficient study of language differences. The views of Herder were based on a shallow understanding of language diversity, many of his sources being unreliable, and his stance was more molded into his larger theory of spontaneity then it was fitting the facts. Humboldt however revitalised the discussion by basing the various relativistic claims upon a broad range of evidence from various non-western languages. He was therefore the first one who sought to provide an extensive body of evidence regarding the principle of linguistic relativity. Humboldt is often considered to have maintained what would later come to be known as the strong version of linguistic relativism. He however never states explicitly that he considered language and thought to be equivalent in the strict logical sense, so care should be exercised in the attribution of the strongest version of relativism to him. But he surely saw the two components as strongly related.

Now we can talk about Edward Sapir and Benjamin Lee Whorf seperately. Sapir studied languages of the Pacific coast of North America. In his descriptivist studies he adopted rationalist approach. Having faced with different languages and diffirent cultures he developed his relativist claims. Whorf’s life is different than any other linguists because he is not a linguist. He was an outsider to the fields of linguistics , he was a fire-prevention inspector with an insurance company. Still he was interested in language and language studies and especially interested in Hopi Language , a language of Arizona. After this brief historical information about relativism  we can present Sapir & Whorf Hypothesis in detail.

Sapir & Whorf Hypothesis comes in many forms but they all involve the testing for correlations between language and thought. Also we should keep in mind that theory tries to establish the relation between language and thought. In a way this theory states that language differences reflect differences in conceptual structure and language differences affect our daily, automatic thinking, rather than what we are capable of thinking about. Sapir and Whorf argued that : “Meanings are not so much discovered in experience as imposed upon it, because of the tyrannical hold that linguistic form has upon our orientation to the world.” (Sapir) and 
“We cut up nature—organize it into concepts—and ascribe significances as we do,largely because of absolutely obligatory patterns of our own language.” (Whorf) . From this quotations we clearly see the opinion of Sapir and Whorf on Linguistic Relativity.

Now in this part I will present some empirical proof regarding the presence of Linguistic Relativity.
The Kay-Kempton experiment in 1984 was one of the first emprical evidence to Linguistic Relativism.
This experiment involved a green-blue discrimination task. Subjects saw three color chips in the green-blue range. This test involves two language community one is English speakers and the other one is Tarahumara speakers ( for whom there is a single word for green / blue , siyname.) In the experiment subjects are asked: Which of the three chips is most different from the other two? English speakers picked Chip C while Tarahumaran subjects chose A or split evenly.

The color domain has been of central interest in research on the relationship between language and thought. In the 1970s, such research cast a pall over the possibility that language might influence thought with the findings that inventories of color terms shared significant commonalities across languages and that any linguistic differences did not correspond to differences in categorization behavior. Several recent studies indicate, however, that language may have an influence on color cognition. Work with the Berinmo, a small tribe in New Guinea whose language has 5 basic color terms (compared to 11 in English), is a case in point. Controlling for a confound in previous research,Roberson and colleagues found that the Berinmo’s recognition memory was better for the focal colors of their own language than for those of English In a similar line of research, Winawer et al. found that an obligatory color distinction in Russian between siniy (dark blue) and goluboy (light blue) led to differences in color discrimination. Russian speakers, but not English speakers, performed faster on a matching task when the colors belonged to different linguistic categories than when they belonged to the same category. Moreover, these cross-linguistic differences disappeared under conditions of verbal interference. similar effect was found for English by Gilbert et al.; participants were faster to locate a target when its linguistic category differed from that of the surrounding distractors (e.g., a green among blues), and slower when the target and distractors shared
the same linguistic category (e.g., a green among other shades of green), but only when the target was presented in the right visual field. This lateralization effect was presumably due to the fact that presentation in the right visual field entails that the stimulus will initially be processed in the left hemisphere, the side of the brain where language processing typically occurs. Further, as in the study by Winawer et al., the effect was eliminated by a verbal interference task.

Another way to get at this question is to study people who are fluent in two languages. Studies have shown that bilinguals change how they see the world depending on which language they are speaking. Two sets of findings published in 2010 demon­strate that even something as fundamental as who you like and do not like depends on the language in which you are asked. The studies, one by Oludamini Ogunnaike and his colleagues at Har­vard and another by Shai Danziger and his colleagues at Ben-Gu­rion University of the Negev in Israel, looked at Arabic-French bi­linguals in Morocco, Spanish-English bilinguals in the U.S. and Arabic-Hebrew bilinguals in Israel, in each case testing the par­ticipants’ implicit biases. For example, Arabic-Hebrew bilinguals were asked to quickly press buttons in response to words under various conditions. In one condition if they saw a Jewish name like “Yair” or a positive trait like “good” or “strong,” they were in­structed to press “M,”; if they saw an Arab name like “Ahmed” or a negative trait like “mean” or “weak,” they were told to press “X.” In another condition the pairing was reversed so that Jewish names and negative traits shared a response key, and Arab names and positive traits shared a response key. The researchers mea­sured how quickly subjects were able to respond under the two conditions. This task has been widely used to measure involun­tary or automatic biases—how naturally things such as positive traits and ethnic groups seem to go together in people’s minds. Surprisingly, the investigators found big shifts in these invol­untary automatic biases in bilinguals depending on the language in which they were tested. The Arabic-Hebrew bilinguals, for their part, showed more positive implicit attitudes toward Jews when tested in Hebrew than when tested in Arabic.


CONCLUSION

In brief , all these experiments and findings above clearly indicates that there is a close relationship between language and thougt. In contrary to the beliefs that language and thougt are two seperate entity , these findings present concrete proof of linguistic relativity. But we must emphasize that we cannot say that language determines thought because this is very assertive assessment. This is called also linguistic determinism but it is refuted already. For instance Mandarin speakers more likely to construct vertical timelines to think about times , while English speakers are more likely to construct horizontal timelines. But in another experiment native English speakers were thought to talk about time using vertical spatial terms in a way similar to Mandarin. This group of English speakers showed the same bias to think about time vertically.This suggests that language shapes our thought but not determines it completely.




REFERENCES
 1)Trask,R.L. Key Concepts in Language and Linguistics. 1999. Routledge Taylor & Francis Group. Pg: 169-170
 2) Sampson , Geoffrey. Schools of Linguistics. 2007 . Hutchinson & Co. Ltd. Pg: 82-85
 3)Beek , Wouter. Linguistic Relativism : Variants and Misconceptions.
4) Introduction to Sapir&Whorf Hypothesis. 2007. Linguistics 3430. Fall 2007
      5)Wolff Philip , J. Holmes Kevin . Linguistic Relativity. 2011. WIRE’s Cognitive Science Vol:2
        6)Boroditsky , Lera. How Language Shapes Thought . 2011. Scientific American.

     7) Boroditsky ,Lera. Linguistic Relativity.Massachusetts Institute of Technology . Cambridge. Pg: 919