Şemsettin Sami
(1850-1904) Türk dil çalışmaları tarihinde şüphesiz çok önemli bir yer tutar.
Tanzimat geleneğinin devam ettiği Meşrutiyet döneminde dil ile ilgili eserler
veren Şemsettin Sami çok yönlü bir ilim adamıdır. Şemsettin Sami temel
olarak leksikografi yani sözlükbilim alanında eser vermesiyle tanınır.
Gerçekten de günümüzde bile edebiyat öğrencilerinin ve Türk dili çalışanlarının ellerinden
düşürmedikleri sözlük çalışmasına imza atmıştır. 1882 yılında Kamus-i Fransevi
adında Fransızca-Türkçe ve Türkçe-Fransızca sözlük hazırlamıştır. 1889
senesinde ise Kamus-i Turki adlı sözlüğünü hazırlamış ve Türk diline
kazandırmıştır.
Şemseddin Sami'nin
burada pek de bilinmeyen başka bir özelliğine değineceğiz. Dilbilimsel
kimliğine. Osmanlı Devleti döneminde dilbilim çalışmaları Avrupa'da ve
Amerika'da çok yoğun bir şekilde yapılmaktaydı. Özellikle dillerin tipolojik
sınıflandırılması ve dil ailelerinin oluşturulması görevin üstlenen Tarihsel
Dilbilim dönemi, bahsettiğimiz zamanlarda dilbilim çalışmalarının ana merkezini
oluşturmaktaydı. Fakat 20. yüzyılın
başlarından itibaren dilbilime bilimsel bir bakış açısı kazandırmak için
çeşitli çabalar harcandı. Ünlü İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure bunu
dilbilim çalışmalarını yapısalcı bir çizgiye çekerek başarmıştır. Saussure'den
sonra dilbilim, bilim hüviyetine bürünmüş ve çalışmalar yapısalcı çizgide devam
etmiştir. İşte Şemseddin Sami'nin yaşadığı dönemde dilbilimin genel görünümü
kısaca bu şekildedir.
Şemseddin Sami dil ile
ilgili yapılan bu gelişmelere kayıtsız kalmamış ve 1886 yılında 96 sayfalık
'Lisan' adlı broşürünü yayınlamıştır. Bu eser Türkiye'de dilbilim alanında
yazılmış ilk eser olma özelliğini göstermektedir. Gerçekten de o dönemde
dilbilim için Avrupa ve Amerika'da kullanılan 'Lenguistik' kavramı geçen- bu
eserden başka- bir esere rastlanmamıştır. Sami bu eserini 18 ana başlığa
ayırmıştır. Eserde gerçekten de o dönemde Avrupa'da yapılan dil çalışmalarını
etkileyen paradigmalardan bir hayli etkilenmiştir. Öncelikle 19. ve 20.
yüzyıllarda dilbilimi etkileyen düşünce ve paradigmalardan bahsetmek gerekir.
19. Yüzyılda Darwin
biyoloji alanında bir devrim yapmıştı. Evrim Teorisi ve Doğal Seçilim
kavramlarını ortaya atarak türlerin sınıflandırılmasını yapmıştı. Canlıların
ilkellikten mükemmelliğe doğru gidişini savunmuştur. O dönemde büyük yankı
uyandıran bu düşünce bir çok bilimi de etkilemiştir. Yani o dönemin baskın
paradigması olmuştur. Dilbilim de biyolojinin ve Darwin'in bu düşüncelerinden
etkilenmiştir. Darwin canlıları sınıflandırırken her canlının bir atası
bulunduğunu ve canlıların hiyerarşik biçimde birbirleri ile ilişkili olduğunu
vurgulamıştır. Bu düşünce dilbilimde dil ailesi fikrini doğurmuştur. Gerçekten
de o dönemde temel uğraş yeniden yapılandırma yolu ile bir proto dile yani ana
dile ulaşma olmuştur. Dilbilimin o dönemde etkilendiği bir diğer paradigma ise
fiziktir. Fizikteki kuvvet-hareket (force-motion) düşüncesi dilbilimde yerini
ses değişikliğine bırakmıştır. Görüldüğü gibi bu iki alan o dönemde dilbilimi
bir hayli etkilemiştir.
Yine tüm bu
düşüncelerden etkilenilerek dilbilimciler dilin gelişimi ya da evrimi konusunda
fikir beyan etmişlerdir. Dilin basitten gelişmişe mi ya da gelişmişten basite
doğru mu gelişme gösterdiği hakkında çok ateşli tartışmalar yapılmıştır. Rasmus
Rask gibi kimi dilbilimciler dilin gelişmişten basite doğru gittiğini öne
sürmüş; Schleicher gibi bazı dilbilimciler de dilin basitten daha karmaşığa
gittiğini öne sürmüşlerdir. Ayrıca bir dilin konuşulduğu toplumun ruh halini
yansıttığı inancı da bir hayli yüksekti. Ayrıca bu dönemde ilkel dil ve ilkel
toplum düşüncesi de vardı. Yani bazı diller diğerlerinden daha ilkel
dolayısıyla da bu ilkel dili konuşan toplum da ilkel bir toplumdu. Elbette ki
bu görüş modern dilbilim normları ile uyuşmaz.
İşte bu dönemdeki bu
tarz düşünceler Şemseddin Sami'yi de etkilemiştir. Gerçekten de Lisan adlı
eserinde bunlardan bahsetmiştir. Bu da bize gösteriyor ki Sami yaşadığı dönemin
dilbilim çalışmalarına kayıtsız kalmamıştır. Şimdi Lisan adlı eserinin önemli noktalarını
ele alıp değerlendirme ve çıkarım yapma yoluna gidip Şemseddin Sami'nin
dilbilim ve dil ile ilgili görüşlerini öğrenmeye çalışacağız.
''Dil Nedir?'' adlı
bölümüyle kitaba başlayan yazar insan dilini hayvan dili ile ayırmış ve insana
özgü olduğunun altını çizmiştir. Burada ayrıca ses ve yazı (ortography)
kavramlarına da değinmiştir. İkisini de dilin bir yansıması olarak
değerlendirmiştir. Bundan sonra eski medeniyetlerin dil çalışmalarını aktarmaya
çalışmış ve bu hususta sadece basit dilbilgisi çalışmalarının ve diller içerisinde
etimolojik çalışmaların yapıldığını öne sürmüştür. Eski medeniyetlerin kendi
dillerinden başka dilleri de öğrenmeye yeltenmedikleri için suçlamış ve dilleri
karşılaştırmanın insanın kendi dilini anlamasında çok önemli bir yer tuttuğunu
da belirtmiştir. Böylece dönemin Karşılaştırmalı Dilbilgisi (Tarihsel Dilbilim)
çalışmalarının Şemseddin Sami'nin eserinde de görebiliyoruz.
Eserin üçüncü bölümü
ise direkt olarak ''Dilbilim'' başlığını almıştır. Dilbilimi insanbilimle sıkı
ilişkide olduğunu belirttikten sonra şu satırları yazmaktadır: '' Avrupa
dillerinde Linguistique olarak adlandırılmıştır ve diğer bir eserimde de sırası
geldiğinde beyan etmiş olduğum gibi, dilimize ''ilmü'l-lisan'' terimiyle
tercümesini uygun gördüm.'' Linguistics terimine Osmanlıca karşılık bulan ilk
dil bilginidir Şemseddin Sami. Şemseddin Sami'ye göre insanın anahtarını
dilbilim açmaktadır. Çünkü dil ile ilgili batıl inançları bilimsel kimliğiyle
yok etmektedir bu bilim dalı. O dönemde bir çok şeyin hipotez evresinde kalmış
olmasına rağmen bu hipotezlerin zamanla kanun şeklini alacağına olan inancını
da aynı bölümde dile getirmiştir.
Avrupa ve Amerika'da
dilbilimin ilerlemesinin sebebini, dili araştıran insanların hiç bilmedikleri
yerlerin dillerini araştırma çabasına ve araştırdıktan sonra bu dil hakkında
eser vermelerine bağlıyor. Daha sonra da ' Bizde Dilbilim' adlı dördüncü
bölümüne geçiyor yazar. Bu bölümde Şemseddin Sami'den önce Türkiye
topraklarında 'dilbilim' adının bile bulunmadığına şahitlik ediyoruz. Bu
hususta yazar şöyle demektedir: '' Bizde bu bilim henüz meçhul olup, dilimizde
bununla ilişkili, bir kaç sene evvel acizane yazmış olduğum bir kaç makaleden başka bir şey yazılmamış
olduğu, hala ismi bile bulunmamasından da anlaşılır.'' (syf:20) Yani anlıyoruz
ki Osmanlı Devleti döneminde Anadolu topraklarında dilbilim adlı bir bilimden
söz etmek mümkün değildir.
Daha sonra yazar
fonetik ve fonolojik çıkarımlarda da bulunmaktadır. Öncelikle insan fizyolojik
yapısının her millette farklı olduğunu belirtiyor ve çeşitli milletlere mensup
insanların bir diğer milletin dilindeki sesleri çıkaramayacağını iddia ediyor.
Buna örnek olarak da İngiliz'in th sesini ve Arapların ayın sesini örnek
veriyor. Mesela bir Türk'ün bu sesleri çıkarmakta zorlanacaklarını hatta hiç
çıkaramayacaklarını ileri sürüyor. Dilbilimin mikro bir alanı olan sesbilim ve
sesbilgisi konusunda da Şemseddin Sami'nin fikir sahibi olduğu şaşırtıcıdır
çünkü kendi dönemine kadar ülkesinde dilbilimin adı bile olmadığı göz önünde
bulundurulursa bu bilgileri elde etmek için gerçekten çok fazla kişisel çaba
gösterdiği ortaya çıkmaktadır. Ses konusunda fikirlerini söylemeye devam eden
Sami ses ve seda arasında da bir ayrıma gidiyor. Bu hususta şunu söylüyor: '' seda doğaldır,
ses ise yapay ve dolayısıyla öğrenmeyle ilişkilidir. '' (syf:30) Buradan da anlıyoruz ki seda hayvanlara özgü
ses ise insanlara özgüdür. Sesin
öğrenmeye bağlı olduğunu ise şu örneğe dayandırıyor: '' Arabistan'da büyüyen
çocuğun boğazdan konuşması, İstanbul'da büyüyenin (s) ve (z) gibi harfleri
telaffuz edememesi gibi haller bile sesin öğrenmeye bağlı olduğunu kanıtlayacak
delillerdendir.'' (syf:31)
'Dilin İlk Ortaya
Çıkışı' adlı bölümüne başlarken dünyadaki genel dilbilim düşüncesini dile
getiriyor yazar. Yukarıda da bahsettiğimiz
gibi 19. yüzyılda kavimlerin dili ile zeka düzeyleri bir tutuluyor ve ilkel
dil/toplum ayrımı yapılıyordu. Şemseddin Sami de bu düşünceyi şu biçimde
belirtiyor: '' Medeni milletler ile vahşi kavimler arasında dil bakımından pek
büyük farklar görülmektedir.'' (syf:37) Daha sonra ise Avrupalı düşünürleri bir
hayli meşgul eden dilin basitten-gelişmişe mi gelişmişten-basite mi gittiği
tartışmasına değiniyor. Bu noktada Sami, dilin gelişimini insanlığın zeka
gelişimiyle paralel göstermektedir. Yani ilk insanlar iptidai idi ve zeka
düzeyi olarak düşüktü. Buna paralel olarak dilleri de ilkel ve basitti. Fakat
zeka geliştikçe ve insan medeni bir vasıf kazanmaya başladıkça dil de karmaşık
bir yapı almaya başlamıştır. Bu bölümü bitirirken de yazar dilin insandan önce
asla ortaya çıkmadığının da altını çizerek belirtiyor.
''Dilin Ortaya Çıkış
Biçimi'' adlı bölümünde ise Antik Yunan'dan beri tartışma konusu olan
doğallık-uzlaşımlık konusuna değiniyor. Bu tartışma kısaca şunu içerir:
''İnsanlar neden ata at demiştir de boğa dememiştir?'' Yani isimlendirme
sürecinde nesne ile ad arasında doğal bir bağ mı vardır yoksa insanlar
arasındaki uzlaşma mıdır bu isimlendirme süreci? Antik Yunan'da Platon'un ünlü
eseri Cratylus sadece bu konuyu kapsamaktadır. Bu tartışmayı Şemseddin Sami de
eserinde dile getiriyor. Sami bu konuda kendi fikrini söylemekten çok dönemin
bilim adamlarının fikirlerini ön plana çıkarmaktadır. Eskiden uzlaşımsal olarak
kabul edilen bu durumun o dönemde çürütüldüğünü iddia eden yazar doğallık konusunda
da olumsuz bir tutum takınıyor. Yani bu konuda kendi fikrini dile getirmiyor.
Dilin ortaya çıkışını ise taklide bağlıyor.
Daha sonra dilleri üç biçimde tasnif ediyor Sami. Tek heceli diller, bitişkin diller ve bükümlü diller. Bunların sırasını da insanların gelişmişlik sırasıyla paralel görür. Yani tek heceli dil konuşan topluluk Bükümlü dil konuşandan daha az medenidir. Bu da yine dönemin yaygın görüşünün esere yansımasıdır. Akabinde dil ailelerine değinen bilgin diller arasında mutlaka benzerlikler olduğunu ve bu yüzden ortak bir dilden meydana gelmiş olmaları gerektiğini örneklerle açıklamaktadır.
''Dilin Ömrü'' adlı
bölümde ise dikkate değer bir fikrini beyan ediyor. Günümüz modern dilbiliminde
sıkça dile getirilen dilin değiştiği gerçeğini o yıllarda şöyle dile
getirmektedir: '' Dilin ömrü de insanın ömrü gibidir. Çocukluğunda tanınan bir
insan otuz yaşında ve yirmi yaşında tanınan bir delikanlı altmış yaşında
görülürse, tanınamayacak kadar farklı bulunacağı gibi, bir dilin de birkaç
yüzyıl zarfında anlaşılmayacak kadar değiştiği tecrübe edilmiştir.'' (syf:66)
İşte bu tespit modern dilbilim savıyla birebir örtüşmektedir. Dil değişmesi
doğaldır. Dili bir nehre benzetmek mümkündür. Bazen taşar bazen kurur fakat
sonunda yolunu bulur. Bu yüzden dile müdahale etmek ya da etmeye çalışmak boşa
bir uğraş olacaktır.
Eserinin sonlarına
doğru ise Sami, tek heceli, bitişken ve bükümlü dillere örnekler vermektedir.
Ve böylece eserini sonlandırmaktadır.
Görüldüğü gibi
Şemseddin Sami Dilbilim terimini makalelerinde ve eserlerinde kullanan ve buna
Osmanlıca terim bulan değerli bir dil bilginidir. Döneminin dil çalışmalarını
titizlikle takip etmiş ve geçmişten dönemine kadar ki dil sorunları hakkında
eserinde fikirlerini açıkça beyan etmiştir. Şemseddin Sami'nin bahsettiği
hususlar zaten dilbilim tarihinin de büyük bir kısmını kapsamakta ve günümüzde
de bunlar dilbilim öğrencilerine okutulmaktadır. Yani Şemseddin Sami Anadolu
topraklarında dilbilimi konusunu gündeme getiren önemli bir figürdür dersek
herhalde yanılmış olmayız.
Şemsettin Sami ve Dilbilim